28 Ekim 2009

Aşkın Su Hali


İşte geliyor sonunda... Beliriverdi yüzü köşe başından. O boğucu hava nasıl da melteme dönüşüverdi. Kalbimin başkenti ılık ılık esiyor şimdi. Adım adım yaklaşıyorken huzurlarına, duygularım mantığımın yörüngesinden ayrılmaya başlıyor. Ruhumun anayurdundan kavimler göçü gibi hareketleniyor bir anda hislerim. Umutlarım, korkularım, utancım onunla beraber göçüyor benden, bir başka bedene.


Yanından geçmek üzereyim şimdi. Arkadaşlarımla sohbet edermiş gibi, ilgisiz bakışlarla seyrediyorum O'nu, içimdeki fırtınalara inat. Kafamı kaldıracak cesaretim olmadan, yanından geçiyorum yine. Tanrım! Varlığımdan habersiz bir bulutun yanında yürüyorum ya da yokuşa pedal basıyorum sanki. Bilemiyorum, diz boyu melankolideyken bu kadar mağrur olmaya hakkım var mı?


Can Dündar 'ın 'Eğer' indeki gibi; "Hem herkes bilsin, hem kimseler duymasın" istiyorsan işin zor yani. Hele benim gibi aşkını kaleminden kıskanan biriysen, senin öykün artık bir şehir efsanesi oluyor demektir. Hayallerinin ve kaygılarının sevgilisinin, bu zamanda nasıl bu kadar masalsı olabildiğini, ne başkasına, ne kendine, ne de kalemine anlatmak imkansızdır artık. Tek istediğin sonu yazılmayan bir masalın kahramanı olmaktır.


Madem sonu yazılmayan bir masalda, bitmeyen bir aşkı arıyorsun; aşkını yalnız yaşayacaksın o zaman. Platonik olacaksın yani. Çünkü aşkın en ölümsüz halidir platonik. Şarkıların aksine "kalbe kolay, dile zordur söylemesi". Herkes yaşamıştır en az bir kere. Ama erişilmesi ne kadar kolaysa anlatılması o kadar zordur. Uluorta "Ben şu sanatçıya aşığım" demek gibi olmaz mesela.


Çoğu zaman aradığın sureti iki bulutun arasında ya da çok sevdiğin bir romanın yapraklarında bulursun apansız. Belki bir ceylanın ürkek bakışında, ya da suyun sana doğru akışında...


Zaten aşklar da su gibi değil midir? Düşünürsek; dünya varolduğundan beri havada dostça yaşayan oksijen ve hidrojen, yalnız kaldıklarında hayatın başlangıcını oluşturuyor. Hayat sudan başlıyor çünkü... Normalde hidrojenin yanıcı, oksijenin yakıcı kimlikleri biraraya geldiklerinde; söndürücü olan su oluyor. Öyleyse düşündüğüm o ki; ben böylesi yanar, sen öylesi yakarken birleşmemiz aşkımızı da söndürür müydü? Belki de aşkların ömrü, suyun hikayesinde saklıydı...


Havadan sudan konuşup da aşkını bilimsel ifade edebilen çok az insan vardır herhalde. Neyse, bildiğim kadarıyla hayatta her türlü olay; ya da belli başına hayat, giriş, gelişme, sonuç üzerine kurulmuştur. Doğarsın, yaşarsın ve ölürsün. Gelirsin, görürsün ve gidersin... Her aşamada bu döngü tekrar eder kendini. Ama diyorum ya; platoniktir bundan münezzeh olan. Düşersen bir kere bu yola, görürsün, seversin ama sonunu getiremezsin. Kalbinde her sevgiye hatta farklı aşklara yer etsen bile platoniği unutamazsın. Her hikayeyi bitirsen bile, platoniği noktalayamazsın.


lal-i handan

2 Eylül 2009

Ölüm Hüzünleri


İğde ağaçları vardı daha ömrümde. Yokluklarında gözlerimizi dolduran özlemler vardı. Bir ilk yazın yaşanmış ve yaşanacak hatıraları vardı daha... Henüz vakti gelmemiş sevinç kıpırtılarıyla dolu bir yüreğim vardı


Susma vakitlerinde yaptığım iç konuşmalarım, dar vakitlere sığdırdığım mutluluklar... Dostluk kitabının tozlu sayfalarına hapsettiğim arkadaşlarım vardı. Gölgesi, gerilemesi, sığınağı olmayan amansız bir sevgiydi hissettiklerim. Ayrıcalıklı bir durumdun benim için. Sana karşı takınmam gereken tavırlar, söylemem gereken sözler vardı daha dilimin ucunda. Şifahen üflenmiş bir nefes gibi geçen hayatlarımızda; yaşanmışlığın tınısıyla hissettiklerimiz vardı...


Düşüncelerimin en ağır yolculuğu oldu ölümün. Yüreğimin en can alıcı noktasına yerleştirdim gidişini. Geride kalansa yüzümün bildik hüznü... Mevsimlerden hazan şimdi, iğde kokularıyla ruhumu saran. Ve buruk bir gidiş; öylesi serilmiş boylu boyunca... Sessiz bir eksilişsin ömrümden.


Dillerim dolaşmadan yazabilsem seni. Sözü de yormasam... Yazamadıklarımdan çoksun biliyorum. Biliyorum; varlığın anlamını öğrenmek için, ölümün büyüsüne kapılmak gerektiğini. Gizli bir muammasın artık çözmeye çalıştıkça, dolaşıyor mantığım. Gözlerinin ıslattığı her yaşamdan bir parça olarak kalıyorum, ardında.


Hüzünlere karışan bir inatla kaybediyorum gözlerinin rengini. Yürüyüp durduğun yollara serpiyorum hatıraları. Yüreğime yaktığın ateşi söndürmemek için diri tutmaya çalışıyorum. Sen ölüm şehrinde yaşarken, ben çocukluğumda bana verdiğin iğde ağaçlarının çiçekleriyle oyalıyorum kendimi. İçimden kopup gelen en derin acıları, gözyaşlarımla yıkıyorum. Seni susuyorum duyuyor musun? Seni susuyorum...


Kaybolmayayım diye geçtiğim yollara, düş kırıklıkları ekmişim meğer. Meğer penceremin kıyısına çarpan kör şarkılardan, sevincin payını çoktan düşmüşüm. Korkularımın içine yerleştirdiğim pollyanna mutluluklar ve büyük çerçevelere hapsedilmiş hayat artıklarından başka elimde kalan birşey de yokmuş. Sen yokmuşsun meğer. Artık yokmuşsun...


Aslında sen; benden iyisini yapıyorsun, benden önce ölmekle. Derin bir çizik atıp gidiyorsun, acı duyuyor yüreğim. Ama bunu kendime bile hissettirmek istemiyor gibiyim. Toprağının derinliklerinde kaybediyorum kendimi. Gençliğimin kurtarılmamış sevinçleri saklı kalıyor sende. Bir de iğde kokuları, sığmaz oluyor bu şehre..


lal-i handan

28 Temmuz 2009

Can Yitiği


Biraz daha çabaladıktan sonra vicdan muhasebesinden sınıfımı geçmeyi düşündüğüm bir zamandı. Gerçi vicdanım hiç doğmamış gibi rahattı. Ama bedenlerimizi temiz, kalplerimizi bozulmamış olarak koruyabilmek neredeyse imkansızdı. Coşkunun benliğime geri dönmesini istiyordum. Ve aşk üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüme alınabilecek kadar cesurdum. Kalbim kadar canlı, kalbim kadar açıktım her şeye. Ellerimi tutacak adı umut olan bir varoluş arıyor olmalıydım belki de. Bütün anlamını kaybeden değerler gibi, anlamını yitirmiş sorularla boğuşup duruyordum. İçimdeki ruh savaşını dengeleyecek bir neden olmalıydı. Sessizlikten aldığım tat kadar lezzetli ve naif olmalıydı. Tüm bilgeler gibi suskuyu mesken tutmuş gönlümde; nokta atışı bir gerçeklikti arzuladığım. Yaşamdaki hayal kırıklıklarından saklanılabilecek tek yer kendi gerçekliğimiz değil miydi sonuçta?Dudağımdaki tebessüm provalarıyla özentisiz aşklar biçiyordum; hasret kumaşından. Yaşamın olgunlaştıramadığı hayallerimle savrulup duruyordum ordan oraya. Ama bir o kadar ağırbaşlı, bir o kadar umursamaz davranıyordum herkese. Bir andı, bir ışıktı, bir heyecandı. Bir lügat yanılmasıydı ki; bütün heceleri aşktı.Yanlışlıkla düştüğü yanlış bir kentte, bütün yüzler gibi sıradan bir yüzdü. Sözcüklerle anlatılamayacak kadar masum, vakur, esrikti .Bulunduğu şehre ait değilmiş gibiydi. Belki de, gerçekliğini kaybetmiş bir şehrin tek gerçeğiydi… Ayrıldım… Yaşaması için tuzaklar kurar durumda bıraktım şehri ona. Bir de benim de daha önceleri oynadığım sahte ve eski oyuncakları. Kendim için büyüdüğüm bir şehri bıraktım. Ve anlamayı reddettim bütün anlattıklarını… Yitirmiş ve yitirilmiş olmanın verdiği hazzı yaşadım bir süre. Gözlerimde boğarken gözyaşlarımı; sol yanımda taşıdığım kangren bir kalple ayrıldım… Bir ismi kaldı aklımda. Bir de bakışlarındaki yazgı. O bana yasaklı, ben onda saklı. Bir unutuş cümlesinin baş harfiydi ismi. Şimdi gül fırtınası gönlümde; bir can yitiği…


lal-i handan

21 Haziran 2009

Artemio Cruz' un Ölümü




Kurtulacaksın. Her saniye ömrünü kısaltan zamana ve harekete karşın, çarşafları sıvazlayacak ve kurtulduğunu bileceksin.Yaşam çizgisi felç ve çılgınlık arasında uzanıyor ve sen; en büyük güvenceyi, bir daha kıpırdamamayı düşleyeceksin. Kendini hareketsiz, tehlikeden, rastlantıdan, görülmedik kazadan, belirsizlikten korumuş olarak kıpırtısız yatarken düşleyeceksin.
Senin hareketsizliğin zamanı durdurmayacak. Zamanı oluşturan ve ölçen sen olsan bile; zaman sensiz de akıp gidecek. Senin kıpırtısızlığını yadsıyan ve seni yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan zaman; serüven düşkünü... Kendi hızını zamanın hızına göre ayarlayacaksın. Sağ kalmak için, yeryüzünde daha uzun süre kalıyormuş gibi yapmak için yaratacağın zaman; uykunun çeyrek çemberindeki aydınlık ve karanlık değişimlerini algılayabilmek için kapkara kümülüs bulutlarının, şimşeklerin, gökgürültülerinin, sağanaklarının kaçınılmaz gökkuşaklarının tehdit ettiği dingin gürültüleri sürdürmek için; dağdaki hayvanların çiftleşme dönemindeki çığlıklarını duymak, mevsim değişimlerini haykırmak, savaş naraları, ağıtları ve bayram coşkuları için beyninin yaratmak zorunda olduğu zaman kavramı: Kısacası zamanı belirtmek, zamandan söz etmek, başı ve sonu olmadığı için zaman kavramı olmayan bir evrenin olmayan zamanını düşünmek adına oluşturacağın zaman kavramı “Evrenin başlangıcı yoktu, sonu da yok “ ve seni sonsuza bir ölçü getireceğinden ve bir çap pergeli icat edeceğinden hiç de haberi olmayacak.Varolmayan bir zaman icad edecek ve onu ölçeceksin.
Bilecek, kavrayacak, yargılayacak, hesaplayacak, düşleyecek, sezeceksin ve sonunda beyninin yarattığından başka gerçek olmadığını düşünme noktasına varacaksın. Düşmanlarının şiddetini ezebilmek için; kendi şiddetini bastırmasını öğreneceksin. İki çubuğu tutuşturuncaya kadar birbirine sürtmesini öğreneceksin. Çünkü seni, kendilerinden ayrı görmeyenler, senin etinle başka hayvanların eti arasında ayrım yapmayan yırtıcı hayvanları korkutabilmek için; mağaranın ağzına yanar bir meşale fırlatman gerekecek.Ve yanan meşaleni, o mağaranın ağzına bir daha fırlatabilmek için bin tapınak kurman,bin yasa yapman, bin kitap yazman, bin tanrıya tapınman, bin resim çizmen, bin makine yapman, bin kent fethetmen, bin atom parçaman gerekecek.Ve düşündüğün için, kafatasının içinde bir sinir yumağı, bilgi algılayabilen ve bu bilgiyi önden arkaya aktarabilen bir örgü sistemi geliştirmiş olduğun için; bütün bunları yapacaksın…Dolaysız algılamaların ve hayati gereksinimlerin sınırlarını aşarak, düşünmekte özgür olacaksın.
Dallardan indiğinde on milyon beyin hücren bulunacak. Kafatasının içindeki o elektrik bataryası; esnekliği ile araştırmaya senin meraklarını gidermeye, amaçlar belirlemeye, amaçları gerçekleştirmeye, zorlukları yenmeye, önceden sezmeye, öğrenmeye, unutmaya, anımsamaya hazır olacak ve sen salt varolmanın gereksinmelerinden kurtularak adım adım yükseleceksin. Fiziksel ortamın olumlu ve olumsuz yanlarını kollayarak, elverişli koşullar arayarak, içinden en çoğunu isterken görünürde en azı ölçüt alıp; gerçeği tartarak ama boşuna çabalamanın tekdüzeliğine düşmeden yükseleceksin.
Kendini başkalarıyla paylaşılan yaşama uyduracaksın.O yaşamın gereklerine göre; kendini biçimlendireceksin. İstek duyacaksın. İçinden kabaran istekle, isteğini doyuran nesnenin aynı olmasını, aynı noktada bütünleşmesini isteyeceksin. İstek ile istenilenin aralarında boşluk olmaksızın özdeşleşmesini, aynı anda doyuma ulaşmayı düşleyeceksin.
Kendini tanıyacaksın.Başkalarını tanıyacaksın ve kendini onlara tanıtacaksın.Ve bu arada seninle isteğin arasına birer engel oldukları için; herkese karşı olduğunu da bileceksin.
Seçeceksin. Sağ kalmak için seçim yapacaksın. Sonsuza kadar sıra sıra uzanan aynaların içinde sadece biri, geri dönüşü olmaksızın seni yansıtacak. Ve öteki aynaların tümüne karanlık gölge düşürecek olan aynayı seçeceksin. Seçebilecek sayısız yolları, sayısız seçenekleri yeniden önüne sermesinler diye; öteki aynaları yok edeceksin. Özveride bulunacak, ötekilerden vazgeçip bir tek yol seçeceksin. Bu seçimi yapmakla özveride bulunmuş olacaksın. Çünkü böylece; bir başka yolu seçtiğinde olabileceğin kişi olmaktan uzaklaşacaksın. Ve yollardan birine “evet” demekle, o yolu seçmekle kesip attığın diğer yaşamı senin yerine başkalarının –daha doğrusu birinin- yaşamasını isteyeceksin."Hayır" dediğin, o sayısız çatallı yolları istemediğine karar verdiğin zaman, özgürlüğünü kolladığını sanacaksın. Oysa sana bunu seçtiren kişisel çıkarın, korkun, gururun. O seçimi yaptığın gün aşktan korkacaksın. Ama bu korkuyu atlatacaksın. Gözlerin kapalı yatacaksın.Yine de görmekten, istek duymaktan geri kalmayacaksın. Çünkü istediğini ancak böyle elde edeceksin. Çünkü yaşamınla yazgının aynı olduğu bugün, doyuma ulaşmış istek demektir.
Carlos Fuentes

2 Haziran 2009

sevmek


Bilmem hiç sabahın erken saatlerinde güneşin sudaki yansımasını ilgiyle izlediniz mi? Nasıl olağanüstü bir yumuşaklığı vardır ışığın ve nasıl karanlık sular kımıl kımıldır.Ağaçların üzerinden gördüğünüz Çoban Yıldızı gökteki tek yıldızdır. Hiç böyle şeylerle ilgilendiniz mi? Yoksa günlük işlere kendinizi öyle kaptırmış olduğunuzdan uğraşlarınız daha ağırlıklı bir yer tuttuğu için bu dünyanın onca güzelliklerini unuttunuz ya da hiç tanımadınız mı? Bir kimseyi sevmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bir ağacı, bir kuşu ya da bakıp gözettiğiniz bir evcil hayvanı sevebilir misiniz? Size hiç bir karşılık vermese gölgesinden de yararlanmasanız, arkanızdan da gelmese size bağımlılık da duymasa gene de sevebilir misiniz? Çoğumuz böyle bir sevgiye kapalıyız, çoğumuz bu biçimde sevemeyiz çünkü sevgi bizim için her zaman kaygıyla, tedirginlikle, kıskançlıkla, korkuyla çevrelenmiştir. Yalnızca sevip sevgiyi orada bırakmak istemiyoruz, sevip de sevmekle yetinemiyoruz, sevgimize bir karşılık bekliyoruz. Bu isteğimizle de baska bir kimseye bağımlı olmuş oluyoruz. İşte bunun için sevin ve bununla yetinin. Sevgi bir tepki değildir. Eğer siz "Beni severseniz, ben de sizi severim," diyorsanız bunun adına ticaret derler, alış veriş derler.Sevmek karşılık beklememektir.


Juddi Krishnamurti

3 Mayıs 2009

Kendine Gitmeleri Yakıştıran Sevgili


Tutarlılık bekleme benden. En tutarlı yanım, tutarsızlığım çünkü.Topluyorum üstelik bu halimi de. Tek çabam da bu son zamanlarda. Biriktirebilmek kendimi. Sana, bana, O’na, diğerlerine karşı.


Susuyorum işte. Çokça susuyorum. Sükutumu büyütmek için sözümü kesiyorum. Peki niye? Sahi ne vardı bir de? Bende olmayandan, bende kalan ne vardı?

Kararsızlıklarımla boğduğum senden başka, bende kalan ne vardı?


Ve sen… Kendinde kalan sen… Kendinde benden başka kim vardı? Seni yalnızlığına emanet ettiğimi söylemiştin. Geceye, sabra, O’na, suskuya, korkuya, aşka, umuda yürüyelim beraber derken yanında kim vardı?


Hani bana öğretiyordun. Hani bana susarak öğretiyordun. Her öğretin bir sükuttu, susuyordun .Ruhunun dinginliğinde bir ney sesi geliyordu kulaklarına. Beraber dinliyorduk. Ben en çok da kulağıma fısıldadığın sözlerden hoşlanıyordum. Sen kulağıma eğiliyordun. Çokça tekrarlıyordun anlatmak istediklerini. Çokça susuyordun.Son sözünü söylememiş bilge gibi susuyordun.


Ağlıyordun sonra. Varlıkla - yokluk arasındaki sınırdı merteben. Beni yaşadıklarına inandırabilmek için mi ağlamaların? Peki inandırabiliyor muydun beni yaşadıklarına? Hıçkırıklarına basarak yürüyordum yanlış yollarda. Bilmediğim bir dili konuşuyordu gözyaşların. Hani diyordun “Bazı sevgilerin çocukça olduğunu anlayacak kadar bilge görüyorum kendimi. Ama insan işte” diyordun, “Yüreğine anlatamıyor derdini.” Ağlıyordun.


İsyanlarını sukutunda sakladığının farkındayım artık. Hüznü algılayışın ise gözlerinden akıyor. Sen, dağlara dönersin yüzünü böyle zamanlarda. Yeni patikalar, yeni yollardan geçip; hoşgörü sürersin yaralarıma...


Bende yaşayan ama beni yaşatmayan acımasız duygularımla geçiyorum herşeyden. Ruhum yorgun, suskun, aldanmış bir hayatın esiri. Belki yüreğine bir avuç çaresiz çırpınış ektiğim için kırgınsın bana. Belki onu bile unuttun artık. Belki… Bir dağ selvisi nasıl selamlıyorsa yeryüzünü, öyle selamladım sözlerini.


“Kendime yetecek kadarken girmiştin hayatıma, Güzel bir rüyadan uçurumun kenarında uyandım. İçine biriktirdiğin yağmurlarla mı yıkadın beni? Kendine gitmeleri yakıştıran sevgili…”


Her soru cevabını yalanlamaz mı biraz da, ne dersin?


lal-i handan

12 Nisan 2009

Senin İçin Bir Dilek Tutmak İsterdim,öğretmenim...


O kadar uzun yıllardan kalkıp gelmek zordur şimdi bilirim."Tüm yaşananlar, yaşanmamış gibi sanki." Tavşan kaç, tazı tut" bunu da bilirim. Gönlümün değdiği her gönülde, incinmişliği, yalnızlığı, çaresizliği görüp, süzdüğümde hayat süzgecinden kendimi ; öğrenilenler yorarmış insanı... Bunu da bildim öğretmenim.


Ben nasıl suskunsam; sen her duygunun dilini çözmüş gibi dururdun karşımda. Küçük acıların bilgeliğini taşırmış gibi ışıldayan gözlerde, ders dinlemenin coşkusunu arardın. Ve bilmezdim ben, çamurun sudan, insanın topraktan olduğunu... Hasretin insanı yorduğunu... Acının coğrafyasının da, insanların yüzlerinde saklı olduğunu… Şimdi gözlerimde eski bir hikaye yaşadığım çocukluk. Çöp adamdan yaptığım resimler kadar eski...


Uzun zamandır haber alamadığım aşklar yakarken canımı; şimdi kendimi temize çekmeliyim bilgeliğinde. Tüm çıkarlardan, önyargılardan uzak gelmişsem kapına , sahiplenmeyi öğretmelisin bana. İç hesaplaşmalarımda kaybedersem kendimi , yolumu aydınlatan ışık olmalısın yakınımdaki. Sözlerin, yeni bir ufkun başlangıcı olsun isterim hafızamda. Hayatın sırrını keşfeden bilge olmalısın karşımda ki; yaşadığım her zorlukta çabuk pes etmeyi bilmemeli yüreğim. Sabrı kuşanmış şairler gibi, büyük bir sükutla gezdirmelisin beni şiir bahçelerinde. Ben susmalıyım, sen anlatmalısın yalnızlığın kaç bucak olduğunu... Hüznün , acılar başkenti olduğunu senden duymalı kulaklarım ilk defa. Eğer bir gün fark etmeden, istemeden seni kırarsam; gençliğime ve cahilliğime vermelisin yaptığım hataları. Varlığının ruhumu titrettiği bir sultansan karşımda; affedilmenin büyüsünü de yaşatmalısın bana. Yanlışlarında özür dilemeyi de bilmelisin gerektiği zamanlarda... Elimi tutmalısın öğretmenim. Ve bırakmamalısın bir daha. Ben bıraksam da sen bırakmamalısın. Asla…


Kimselerden duymadığın sözleri benden duyduysan ilk defa; kimselerin yazmadığı yazılarda anlatmalıyım seni. Sesi varla yok arası hüzne bulanmış bir Şeyda olmalıyım karşında. Söylemek isteyip söyleyemediklerimi arı-duru sularda yıkayıp, büyük bir ciddiyetle bırakmalıyım kapına. En çok da canımı sıkan takıntılarımla gelmeliyim sana. Kabul etmeyi bilmeliyim, değiştiremeyeceklerimi… Ve bu kadar sabırsız olmamalıyım belki.. Sahi, kırk dokuz yıl çok uzun değil mi öğretmenim? Hüznüm olmasaydı eğer; sana mütebessim bir çehre de ben sunardım, o uzun yıllardan sonra.


Şimdi , kendinden emin olmayan cümlelerle sığınırken hayata; bir kasım daha geçiyor gönül takvimimde. Sana verebilecek güzel bir hediyem olsun isterdim. Senin için bir dilek tutmak isterdim ; biliyor musun öğretmenim? Uzaklardan, dünyanın bir ucundan verebileceğim güzel bir dilek olsun isterdim sana. Eğer yapabilseydim… Hep olmayacaklarımı istiyor insan öğretmenim?


09.11.2008


lal-i handan

8 Nisan 2009

Kendime Hükümdardım.


Bir ülke kurmak istiyorum gönlümde. Bir ülke olmalı ki; kendi yürekleriyle bile savaşacak kadar cesur savaşçılar yetişmeli içinde. Eskimemiş sözlerle hayata meydan okuyan insanlar... Başkalarının yanlışlarından değil, kendi yanlışlarından ders almayı bilen gençler... Başkalarının cümleleriyle değil, kendi cümleleriyle konuşan bürokratlar olsun isterim ülkemde.


Kendini ararken de, Tanrı’ yı arıyormuş gibi büyük bir gayretle arayan ve hayatın gizlerini çözmeye çalışan alçakgönüllü bilgeler yükseltir beni. Onlar ki; bana yanlış olanı düzeltmekten korkmamak gerektiğini öğretmişlerdir. Çağları ve insanları yargılamaktan ziyade, onları anlamaya çalışan tarihçilerimle zenginleştiririm kendimi. Coğrafyacılarım, memleketin her köşesindeki göllerin, ırmakların sayısını hesaplamaktan çok, suyun berrak ve eşsiz tadına varsınlar isterim. Dağların büyüklüğünden önce, bir dağa çıkmanın hazzına ermelerinin gerekliliğinden bahsederim onlara bir de...


Ülkemi kurarken aşkı da oturtmak isterim insanların yüreklerine. Ve biliyorum ki; gecelerin sessizliği en değerli elçidir onlar için. Bu nedenle, geceleri de hediye ederim sevgililere. Ve aşkın sonrasızlığını da hatırlatırım yüreklerine.


İnançla kurduğum tapınaklarda kuşkuya yer yoktur. Her tapınağı bir insan bilirim. Derler ki; "tanrı bilinir ama görünmez. İnsan görünür ama bilinmezmiş." İnsanı bilmenin öğretisini anlatır öğretmenlerim derslerde. Ve tanrı, zaten herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilir.


Yüreklere köprüler kurarım sonra da. Birbirlerini koşulsuz sevebilsinler diye. Tüm yalnızlıklara karşı kurmak isterim köprülerimi. Paylaşmayı da bilsinler diye. İçimde neler olup bittiğini bilmiyor olsam da; sevdiğimiz insanlara "seni seviyorum" diyebilme sorumluluğunu vermiştir hayat bize. Ve bu sorumluluk işte, bir yürekten bir yüreğe köprü olmayı gerektirir belki de... Henüz adı konulmamış duyguların adını bulmak isterim. Durup durup can sıkmak değil elbette niyetim. Ama eski hesaplar kapatılırken, dudaklarda bir tebessüm olabilmek değil mi hayattan beklediğim? Ve bu nedenle ülkem, en çok köprülerle bağlıdır birbirine. Ve bu nedenle, her insan bir köprüdür gönlümde.


Büyük sorunlarla kaygılanmak istemeyenler için ayrı, fırtınalardan sızlananlar için ayrı, insansız yıkıntılar arasında kalıp da farkında olmayanlar için ayrı köprüler inşaa eder askerlerim. Kendini kötü zannedenlere, yaptıkları iyilikleri hatırlatır köprülerim.


Serseri aşıklara özgü anlamsız davranışlarımı, hatalarımdan ders almak için kullanırım. Ama ruhumun feryadı bilgelerimi şaşırtır. İnsani olan duygular, sözcüklere dökülmüyor ve bilgelik gerektiriyor bazen. Bazen, kusursuzluk da tehlikeli olabiliyor aslında. Ve çabayı öldürüyor. Bu yüzden coşku ve cesaret de yürür ardımsıra...


Benliğimin özü yakarken canımı; seni de kurarım ellerimle. Ama sen de vermenin büyüsünü kurarken telaşlanırım. Almak da gerekir çünkü vermenin sırrına ermek için. Ondandır işte; tohum attıktan sonra güzelleşmeyen toprağı cimri zannetmem. Ve sabrı kurarken, direnişi de eklerim yanına. Doğru bildiği değerlerde ısrar eden kişilerle, genişletirim sınırlarımı...


Sevgiyi kurarken acele etmem ben. Çünkü vakit alır onu şekillendirmek. Yanlış anlamlandırmalar da korkutmaz beni. Yanlış da anlasa, doğruyu bulabilir insan çabalayınca... Bilinir ki ;sevdiğin kaybı yakar canımızı en çok da. Bundandır, sevdiklerimin eleştirilerine karşı ince ve sakin olmam. Kırılsam da yorulmuyor olmam bundan.. Ama her özrü bir boncuk bilir ve kolye yapmalarını isterim beni kıranlardan. Ve inanırım ki; telafisi zor olur kırılmaların. Tıpkı kırgınlıkları kolye yapmaya çalışmak kadar...


Henüz kendi yurtlarını kuramamış göçmenlerle şenlenir ülkem. Birden, tüm umudunu kaybetmişken, bir türkü tuttturup; kaygılarını gözden geçiren insanları severim ben en çok da. Gizli bir umut hep olmalıdır çünkü yürekte. Ve bu umut, kendime hükümdar etmiştir beni de...


lal-i handan

Şeyda Mektupları- 1


Seni unutmayı deniyorum dedim ya şimdilerde. Unutmanın en ağırı da ; sanırım unutamadan unutmaya çalışmakmış. Bunu da kazandığı hayat tecrübeleriyle anlıyor insan. Unutmanın da bir sabır, "içli bir marş" olduğunu anlıyor. Altı üstü hayat işte, yaşanıyor da saklamaya çalışmak bir yarayı. Kanatmaya çalışmadan, iyileşmesini beklemek çok zor.


Şimdilerde iflah olmaz ah' larda kaybediyorum kendimi. Başarısızlıklarım incitmiyor beni eskisi kadar. "Düşmüşsem kalkmak için, sevmişsem kavuşmak için" diyebiliyorum herşeye. Yada böyle inandırmaya çalışıyorum herkesi. Sonra pişmanlıklarımın da yersiz olduğunu düşünüp; tekrar sığınıyorum hayata. Hayatın sahibine. Senin de benden istediğin gibi. Bir şeyda hüznüyle...


" Bir hayatı mahvettin" diyen sesin varken kulaklarımda, unutmaya çalışmak zor tabiiki. Senin de unutamadığın gibi. İşte bunun için -belki- sen daha iyi anlarsın beni. Yazdıkça büyüyorsun içimde. Ve zorlaşıyor sensizlik. Çalan telefon sesi beste oluyor, kapı tıkırtısı uzun zamandır dinlemeyi istediğim bir senfoni. Benim için yazdığın dizeleri yüreğimde taşımayı öğrendiğimden beri, Şeyda zaten bir deli...


İçimin araf yanı, Al aklını parmaklarının arasına da, dök beni yine şiirlere. "Hüzün, yakıcı bir yalnızlıktır" derdin ya; yak da bitsin o zaman bu işkence...


lal-i handan

Teşekkür Ederim Muhammed İbn-i Abdullah. Herşey İçin...


Yalnızlığımı sana bırakmak istemiştim sözlerimin başında. Bu yalnızlık ki;kutlu yürüyüşün sonunda,mucize olarak adlandırıyordu zaferimizi. Öyle ki;sırtına yüklendiğin o ağır yüklerden zorlandığın anlarda,”yükümü hafiflet” diyerek dualar ediyor,ak saçlarıyla ak bir adam taaa yıllar öncesinden muştular sunuyordu sana ümmet olacak insanlara .Ve Allah buyuruyordu “biz senin yükünü hafifletmedik mi,üzerinden ağırlığı kaldırmadık mı?”Biliyordum ki; seni seviyorduk.


Gözyaşlarımı bırakmalıydım sonra da. Gecenin sabaha yakın olduğu vakitlerde günahkar ellerimizi açarak hıçkırıklar arasında tevbe ettiğimiz ve defalarca pişmanlığı yaşadığımızda, Sen'in o yumuşak sesinle;Allah’ım bilmiyorlardı.Bilseler yapmazlardı” diyebilmen için . Sıladaki oğlunu bekleyen yaşlı bir annenin Hakk’a yalvarışı gibi, ellerimiz senin için açıldı. Şimdi bize en çok yakışan ağlamaktır ,biliyoruz. Avuçarımıza dökülen gözyaşlarımız tevbe kapılarının açılması için yeterli mi acaba?


Bir de hüznü bırakmalıydım sana. Gülsen de makberde açan güller kadar mahsundun. Kutlu Dağ'ı tırmandıktan sonra içtiğin zemzem kadar berrak. Çocukluk resimlerinde kalmış arkadaşlar kadar eski. Hüzün peygamberiydin çünkü. Hüznü sevişimiz bundandı belki de. Biz duyamadık "güneşi sol, ayı sağ elime verseler davamdan dönmem dediğini.” Göremedik ölümden korkan Ebu Zer’i “Korkma Ebu Zer yazı yazıldı, kalem kırıldı” diyerek teselli ettiğini. Tüm bunlar imtihanın birer sırrı olsa gerekti. Dualarımıza ve gece vakti kalkıp kıldığımız namazlara sarılabilmeliydik. Ve Eyüp Peygamber’in sabrı gibi sabırları kendimizde bulabilmeliydik.


Ve son olarak ,sana yüreğimi bırakmak isterdim. Bize onura ve şerefe nasıl sahip çıkılacağını öğrettiğin için. Bize merhameti,umudu,tevezuyu öğrettiğin için. Bize aşkı ve sabrı öğrettiğin için. Bize Allah’ı anlattığın için. Teşekkür ederim Muhammet İbni Abdullah,herşey için...


lal-i handan

Gözlerinde/kin/i Gördüm Rakkase!


"Ateş genişler ve alev kesilir Rakkase."


Dilimdeki çekingenliği de anlar mı bakışların? Öyle bakma diyorum sana. Dalgınım... Ürkek zamanların hırçın çocukluğunu taşıyor yüreğim. Yenilgileri kabul etmeden... Henüz taze yaralar saklıyorum içimde. Savur beni Rakkase. Dansına kat düşüncelerimi. Saçlarım düşsün yüzüne. Bir de hüzünlerden bahset / me!


Mülteci gülümsemeler yapıştırma gözlerine n' olur. Bakışlarında kayboluyorum. Bir soğuk su içimi serinlik mi gözlerin? Sana bakarken hayatımı kolaylaştıran... Bu sevgi mi, bencillik mi? Tam da adını bilmediğim... Beni kendime bırakma Rakkase! Senden payıma kalan, tükettiğim zamanlar olmasın.


Sana seslenip durdum her sukutumda. Farkımda mıydın? Merhamet... Merhamet... Merhamet et Rakkase! Uzaklar düştü yüreğime. Göğsümün boşluğuna hapsettiğim ismin, hala dilimde... Acılar da gül eylenmiyor ki Rakkase! Hani yapabileceklerini de bilir ya insan. Ve biraz da gözü korkar ya kendinden... Dar zamanlara büyük acılar sığdırabilecek kadar sağlam bir kalbim var benim. Ha koptu, ha kopacak dediğim bir gerginlik nöbetinin içinde bulsam da kendimi. Bağışla Rakkase! Ben senden kaçmayı da denedim...


Gelmek denilen yolun uzunluğunda yorulurken ayaklarım; her günüm bir savaş şimdi...


Kendi cehennemimden bahsedip, yanmıyor olmam sana tezat gelmesin Rakkase. Hem nereden biliyorsun yanmadığımı? Nereden biliyorsun tezatlıklarımla seni kandırmadığımı? Ben kendimi iyi saklarım Rakkase. Kutsal kitaplar gibi. Süslü cümleler kurar, süslü şehirlerden geçerim. Hüzünlü bir şarkının sende bıraktığı ilham olmak isterim. Uzak sazlıklarda gizlenen ve ney olmak isteyen bir kamışın dilini (ben) bilirim. Duygularım mı? sorma! Ben onları dağınık severim.


Bir insanı sırlarıyla yaralamak hiç hoş değil, demiştim sana. Hatırla/sana.. Şimdi acılarımı mı tazelemek istiyorsun, kaçışlarınla? Tamam, kanattın işte. Ekle üstüne vazgeçişleri de olsun bitsin... Gözlerinde/kin/i gördüm Rakkase. Arınmış yağmurlara gökkuşağı yaptığım sevdam, kalır nasılsa sonraya...


Vakti miydi ziyankar cümleler kurmanın? Umudu da hayata katmanın serüvenlerindeyken ben. Tut ki; yakamozlu bir gecede yıldızlar yorulsa... Deniz kulağıma fısıldasa şikayetleri... Dertleri dillendirmekten yoruldum artık. Bir umut olmak çok mu zor şimdi?


Bir şairin katlettiği şiirsin sen Rakkase! Çığırtkan bir mevsimden arta kalandan başka bir şey değilsin. Görkemli bir aldatış, inadına aldanış ve uluorta bir günahtan başka bir şey değilsin. Kinle dolmuş bir yüreksin Rakkase! Bu yüzden hiç bir yük ağır gelmez sana; senin kadar...


Muhabbetini kalbime nakış nakış işleyen, onu oradan silmeyi de bilir nasılsa... Ama kimse bilmez Rakkase! Kimse bilmez! İçimde seher vakitleri kadar değerliydi ah'ın...

Ne duruyorsun. Dize getirdin sözlerimi. Artık uzun uzun sus(a) yaz beni...


lal-i handan



7 Nisan 2009

Adın Bir "Hoşçakal" Oldu Dudaklarımda...


Seviyorum dediğim küçük kıpırtılarmış, aşk zannettiğim. Ben aslında seni değil; o kıpırtılarla yaşamayı çok sevdim. "Güzeldi tanrım, tıpkı diğerleri gibi" dedim ve yoluma devam ettim sen' li zamanların kıvrımlarında.


Asi gecelerin sabrını biriktirdim de lal oldum. Gün oldu düştüm kalbine de aşk oldum. Suskularımın bile sus-pus olduğu derin okyanuslara saldım gözyaşlarımı. O sularda vaftiz olan acılarımla söyledim şarkılarımı...


Yaptığım tercihlerdeki aldanışlarımdı, ağzımda kekremsi tat bırakan burukluk. Sevmelerinin farkına vardığımda anlamıştım, sonu yoktu hatalarımın. Ötesi- berisi de yoktu ki aşkın. Kendi yaralarıma bile bastıramadığım tuz gibiydin içimde. Yanlışlarımdan ders alamıyor ve tekrarlar yapıyordum seninle. Hani bilirsin işte "ilk düğme yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış olur." Böyle birşeydi yaşadıklarımda...


Bilinmezlik denizindeki kayboluşlarımdan, hem mutluluk duyuyor, hem de bir an önce sıyrılmak istiyordum aslında.


Kendime saplanmış bir bıçaktım. Ki ; yaralarım onulmazdı... Eskiden olsa üzerime düşen yağmurlardan neşeli bir gökkuşağı çıkarabilirdim oysa...


Şimdi çatık kaşlarıma mühürlüyordum renkleri. Ve en sevdiğim renkti gri. Hiçbir şey hayalin kadar saf değildi. Hatta sen bile... Bunu da biliyordum da; ne kadar kendim olabilirdim kaçışlarımda... Dikiş tutturabilir miydim sensizliğimle... Kabuk altında kanayan yaralarım olur muydu benim de... Bunların sağlamasını yapıyordum kendi içimde....


Ve gidiyordum, hayra bile yoramadan kendimi... Gidiyordum, ardımda bir sürü belki' ler bırakarak sessizce... Arkamdan bakakaldın sadece. Belki susturmaya çalıştın yüreğindeki acıyı... Belki uzun bir süre seyrettin adımlarımı... Giderken gözlerime çivilenen bakışlarından korktum en çok da... Yüreğinden sessizce giderken, ağlıyordum bilesin...


Sakın! dar vakitlerde giyindiğin hıçkırıkları da alıp yanına, vicdan azabı olarak çıkma karşıma...



Adın bir "hoşçakal" oldu dudaklarımda...


lal-i handan


Varlığımızı Düşünmek


‘İnsanların düşüncelerinin çoğu dinler ve yasa gibi eskiden beri süregelen inanışlara dayanır.Herkesin konuştuğu gibi konuşmayı öğreniriz.Herkesin düşündüğü gibi düşünmeyi de tanıtma örgüsüyle birlikte benimseriz.İçimize yerleşen bu örgüyü artık sarsamayız. Doğruluğundan kuşku duymayız’ diyor Montaine ‘denemeler isimli şaheserinde.


Oysa, tanrının ilk insanı yaratmasından günümüze kadar yeryüzünde çeşitli görüşler öne sürülmüş,çeşitli görüşler çürütülmüştür.Her öğrendiğimiz düşünce sürecinde;bir adım daha atmışızdır sonsuzluğun ilahi zenginliğine.Ve etrafımızdaki sınırları, biraz daha güçlendirmişizdir düşüncelerimizle.Yeni şeyler düşünür,yeni diller öğreniriz.Yeni yerler gezeriz.Yeni kapılar çalarız.Yeni sular içeriz yeni çeşmelerden. “Oysa yaptığımız hiçbirşey yeni değildir.Yeniden yaparız sadece”.Her seferinde yeni bir şeyi yeniden düşünür,bir eskinin yanılgısından pişmanlık duyarız defalarca...

İnsansak ve yaşam adı verilmiş ortak kaygının çocuklarıysak;münakaşa tuzağına düşmeden,sağlıklı kararlar verebilmek adına,kendimizi ve hayatı bilmek adına düşünmeye ihtiyacımız var.İnsan olmak ve yaşamak fiilinin ne anlama geldiğini,nerede ve nasıl yaşadığımızı,hayatta olmamızın ne anlam ifade ettiğini düşünmeliyiz.Bunu kendi gerçeğimizi bulmak adına bir çaba kabul etmeliyiz,hayata bir ırmak gibi yeniden akabilmek için...Biliyorum ki;eski çağlardan günümüze kadar yaşamış tüm bilge insanlar,çok güzel cümlelerle selamladılar hayatı.Sadece bu sözleri kullanarak da inandırıcı olabilir çevremizdekiler.Kendilerini son derece iyi ifade edebilirler bizlere.İnce eleyip sık dokumak,aldanmamak için düşünmeli insan.


Gerçek olan şu ki;hayata karşı aldığımız tavır çok önemli.Tüm bunlar bizi biz yapan temel belirleyiciler.Aklı ve kalbi beraber kullanmak gerekiyor "düşünüyorum" diyebilmek için.Ve son olarak düşünmek; uzun soluklu bir hayret gerektiriyor.Bütün gücümüzle ve yüreğimizle düşündüklerimizin arkasında olma çabamızın devam etmesi dileğimle…


lal-i handan

6 Nisan 2009

Yemin olsun ki; bitmedi...


İçimde biriktirdiğim ve gün geçtikçe çoğaldığını hissettiğim bir özlemdin sen. Herkesten sakladığım bir sır,derinlere gömdüğüm hüznümdün.Uyudukça bitmesin istediğim, en güzel rüyaydın sanki.Ne kadar korksam da; çıkmakta zorlandığım Sis Dağı’nın en zirvesiydin gönlümdeki.Velhasıl benimdin, benleydin. Yada öyle sandığım…


Yitip gitmemeliydi düşlerim.Meydan okuyabilmeliydim gidişlerine.Küsmelerin beni bana bu kadar yabancılaştırmamalıydı.Yeniden deneyebilmeliydik belki.Yeniden denemeyi bilmeliydik ya da.Varsın olsundu öfkelerin.Susuşların varsın olsundu.Günler boyu kalemim,kendimi sana anlatamamanın derdiyle can çekişti durdu.Bunu da istemezdim biliyor musun?Konuşamasam da anlamalıydın beni.Yaşadıkça paylaşılıyormuş,insan şimdi anlıyor.Ağlamaların ve susuşların şimdi daha bir anlam kazanıyor,hafızamın harmanında.


Hani bir de göz gezdirişlerin olurdu yaa.En çok da onu özlüyorum aslında.Sonra birden gözlerini kaçırışların.Oturduğun masadan kalkmadan gitmelerin olurdu bazen.Hiç bilemezdim nerede olduğunu.O an, aklının ve kalbinin kimde olduğunu.Vardın ve o masadaydın işte.Ama hepsi buydu.


Salıveriyorum şimdi kanatlarını allı pullu boyadığım güvercinleri.Varsın lal-i handan desinler.Kimselere söylemeyeceğim ismini.Bir giz olacaksın içimdeki.Hala rastlıyor olsam da sana,unutacağım cümlelerimi ve her şeyi…Ahh sevdiğim!Hep ben bildiğim,hep beklediğim.Gözlerimde biriken yaşlara yemin olsun ki;bitmedi…


lal- i handan